25 Kasım 2010 Perşembe

Portishead-roads dinginliği ile günaydık.
Öncelikle ofiste farelerden kurtulamadığımızı belirtmeliyim. Hatta onların ofisi bizden daha çok sevdiğini, kendilerini şirkete bizden daha ait hissettiğini düşünmeye bile başladık. Öyle ki oraya buraya serpiştirilen mavi, bulaşık deterjanı büyüklüğündeki zehirleri çekmecelerimize getirip dokümanlarımızın üzerinde alem yaptıkları yetmiyormuş gibi akşamdan kalma hallerinden kurtulmak için ağrı kesicilerimiz ve diş macunlarımıza da göz dikmiş bulunmaktalar. Zehirden mavileşmiş dışkılarını, kalbim kadar beyaz sayfaların üzerinde görmeye yarın da katlanmam gerekli.

23 Kasım 2010 Salı

Seninle herşey daha güzel, hayat daha tam. Bir türlü yere basamadığım ayaklarım toprağı hissederek huzur buluyor sanki şimdi. Sana tekrar kavuşmanın hazzı mı bu, yoksa hiç yoktan boynuma, elime, ayağıma vurulan prangadan kurtulmanın sevinci mi bilemiyorum. Yeni evime çiçekler alasım geliyor, çiçekli ve renkli battaniyeler.. Hatta turuncu bir halı!
Masumdum ben hep. Hepimiz/hepiniz biliyordunuz bunu. Bile bile tükettiniz beni. Peki şimdi ne oldu? O burun kıvırdığınız, ittiğiniz, hor gördüğünüz, ayıpladığınız benden ne farkınız var şimdi?
Hepimiz suçluyuz kendi küçük dünyamızda/Hepimiz masumuz.
Neitzche'nin dediği gibi, hem kendi kendimizin erbabıyız, hem de celladı.
Yıllar yıllar sonra masumiyetimin ortaya çıkışı ile haksız yere aldığım bu cezanın üzerimden kalkmasına sevinmemin nedeni olan, içinde bulunduğumuz sosyal hayatı sorgulamak isteği var içimde şimdi de. Yine de huzurlu ancak uğradığı haksızlığın karşısında senelerin geçerken attıkları toprak ile örtülerek kor haline gelmiş öfkeli bir uykuya dalacağım birazdan. Ne de olsa kendimi, yaşamımı, yaşamımdakileri düşünecek çok günüm, bunu yaparken dinleyecek çok şarkım ve tüketecek çok şarabım olacak Ankara'da..

22 Kasım 2010 Pazartesi

Ofisi farelerin bastığı şu günlerde..

Bu blogun ilk gönderisi olan şiirden bile iğreniyorum. Türlü ruh hallerini şaşkınlık verici bir dinginlikle tecrübe eden ruhuma 9 günlük tatil sonrası, iş yerimdeki son haftama kurumuş bir simit, arkadaşlarımın hediye ettiği çikolataların kartonları ve bir tomar kağıdın bulunması gereken (bir daha dokunamayacağım geçen kıştan kalma bir çift yün eldiven, turuncu saplı meyve bıçağı, çakmak, c vitamini gibi nesneleri de barındıran ve aslında bir arada olmaları çok da alakasız olmayan bu kendi kozmozunda denge halinde hayatını idame ettiren) üst çekmecemde bir avuç fare pisliği ve kırpılmış, hatta hunharca yenmiş kartonları, kağıtları görünce çekmeceyi usulca kapayıp hiçbir tepki vermeden bilgisayarımı açtım. Bugünlerde böyleyim işte, hayatıma sokmam gereken yeşil rengi (ki kendisine ileride değineceğim) biraz abartarak fazla uysal, fazla dingin, kendimden uzaklaşmak pahasına itaatkarım. Her geçen gün aldığım farklı haberlerin beni, hayat karşısında daha fazla tepkisizliğe ittiği ise adı konabilir bir gerçeklik. Size her şeyi anlatacağım ama Ruhi Bey'in dediği gibi "vaktim yok, vaktim yok.."
Diyeceğim o ki okuyucu, dipteki gönderilerden arındırdığım bu blogda seninle paylaşacağım coşkun taşkın ruhumdan geçenleri. Şimdi gitmeliyim ki yarın erken kalkıp güzel bir güne güzel başlayabileyim. Evden çıkarken Ruhi Bey'in yaptığı gibi sardunya tadında frenk üzümleri ile günümü tatlandıramayacak olsam da,
"biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi duracağım, azıcık gülümseyeceğim, ve dünya bana gülümseyecek"