28 Aralık 2011 Çarşamba

Yine günleri geçirmek meşgalem "Nasıl, nasıl.." ile başlayan şaşkınlık ve hayal kırıklığı dolu cümleler geçirerek aklımdan. İçimdeki zehri nereye kusacağımı bilemiyorum. Bu zehri bir yere akıtınca mı geçecek yüreğimdeki bu yanma yoksa içime işlemesini bekleyince mi bilmiyorum. Spirited Away'deki ruh gibi içimdeki her şeyi boşaltıp rahatlamak istiyorum yine beklemekten başka yapacak şeyim olmadığını bilmeme rağmen.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Blondie - Nothing Is Real But The Girl (1999)

"You'll teach her to find out while your dying in your living room how much you need her."

Çok üzgünüm. Çok ağlıyorum. Bir süre böyle geçecek, sonra toparlanacağım. Öbür türlü daha uzun sürecek biliyorum.. ama çok özlüyorum çok o günlerimizi çok özlüyorum. yanımda olmasını çok istiyorum.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Böyle duygularıma hitap eden şarkılar dinlemek istiyorum. Melankolik melodilerde devindirmek istiyorum ruhumu ama yapamıyorum. Sadece elim yüzüm radyasyon halde bilgisayar ekranına bakabiliyorum: Facebook güncellemelerine, eski fotoğraflarımıza, msn'e girip girmediğini kontrol etmek amacıyla.. Birşeyler hissediyorum ama bunları "biz güzeldik oysa. iyiydik biz." gibi bir elin parmağını geçmeyen sayıda kelimelerden oluşan cümlelerden başka şeylerle açıklayamıyorum. İçimdeki isyan ne bir gözyaşına dönüşüyor, ne de taşkın bir harekete. Zaman zaman onu arayıp ne olduğunu tahayyül edemediğim hislerimi ona aktarmaya çalışıyorum sesimi yükselterek. Bunun haricinde normal hayatımı idame ettiriyorum anneme renk vermemek için tabii. Zaten Başak yeterince üzdü onu gönül işleriyle, ben de eğitimdir iştir kafasını karıştırdım kadının. Artık kaldıramıyor duygu taşkınlıklarını, etrafındaki herşey olduğu gibi kalsın istiyor. Ben de ayak uydurmaya çalışıyorum işte. Böyle melankolik şarkılar dinleyesim var ama şaşkınlığım daha ağır basıyor. Kapadım kulaklarımı. Birlikte sürdüğümüz yaşamdan kesitler geliyor sadece gözümün önüne geçmişimiz Mad Men'deki "Atlıkarınca"daymış gibi. Kulağımda dua sesleri var sadece. Her durumda olduğu gibi bu durumda da "Böyle olduysa böyle olmalıdır" diye düşünüyorum. O kadar sakin ki ruhum, yalnızca üzülüyorum. Bazen arıyorum onu, benimle hiç eskisi gibi konuşmuyor. Sesi donuk ve mutsuz geliyor. Yine bağırıp çağırmaya başladığımda yine susup "ne yapabilirim"le başlayan mantıksız açıklamalar yapıyor. "Böyle olduysa böyle olmalıdır". Yine de kabullenemiyor işte insan. Karşısındakinin hayal ettiği kimse olmadığını bile bile içinde bulunduğu durumu korumak, korumak istiyor. Önceliklerini, hayallerini ona göre adapte ettiği için de ondan daha iyisini bırak, onun gibi birini ömründe bir daha asla bulamayacağını düşünerek daha büyük bir boşluk hissi duyuyor yüreğinin olduğu yanında. Yaptığımız o günkü konuşmadan sadece "Artık dayanamıyorum" sözünü ve hüngür hüngür ağlaşmalarımızı hatırlıyorum bu işin bir parçası değilmişçesine hissiz halde. Bazen geçmişe hayıflanmak geliyor aklıma. Hayıflanıyorum. Boşu boşuna hem kendime hem ona hayatı zehir ettiğim için mesela. Onunla uzun bir ilişkiyi hiç düşünmediğimi hatırlıyorum. Uyku vakti geldiğinde hep son kezmişçesine sıkı sarıldığımı hatırlıyorum. Bu kucağın güvenin ete kemiğe bürünmüş hali olduğunu ancak onu yitirdiğimde anlayacakmışım meğer. Hala onunla olmak, gezmek, içmek istiyorum. Aynı tadı alamayınca önce ona sonra kendime kızıyorum. Ne olmasını bekliyorum ki! İşte bu esnada başa dönüyoruz "biz iyiydik ama. güzeldik biz." Yarını olmayan bir güzellik.. Kendime mi ona mı üzüleceğimi şaşıyorum bu noktada. Üzerler onu, canını yakarlar diye ödüm kopuyor. Madem gidecek, bari mutlu olsun bir başkasıyla, yüzü gülsün istiyorum.
"Giderken bıraktığı bütün renkler siyah oldu".. dayanamadım dinledim. Ağlayınca nefes alırken küçükken hastalandığımda duyduğum hissi duydum. Bu da bi-nevi hastalık değil mi.. Şimdi cevapsız sorular şarkısını dinliyorum Manga'nın. Ben. Manga dinliyorum. Sözleriyle hep dalga geçtiğim, yalan yanlış söylediğim, bununla da onu hep güldürdüğüm şarkıyı. Beni tekrar sevsin istiyorum. O da sevmezse kim sevecek peki beni?
"İnsan yaşamayı öğrenmeli. Bunun için her gün alıştırma yapıyorum. En zor olan kim olduğumu bilmemem. Bu nedenle bir kör gibi ilerliyorum. Eğer birisi beni olduğum gibi severse, belki o zaman kendimi kabul edebilirim. Ama bu olasılık şu anda oldukça uzak görünüyor."
Bergman'ın demin izlediğimiz Güz Sonatı'ndan Liv Ullmann'ın bir repliği. Kim sevecek beni olduğum gibi? Onu olduğu gibi?
Ne zamandır ağlayamıyordum, iyi geldi. "Neleri atlattım ben yahu.." diyerek bunda takılmayacağıma kendimi inandırmaya çalışan bir özgüven çıktı ortaya akan yaşlarla. Bunda az önce onu aramam ve tv karşısında uyuduğunu öğrenmemin etkisi de yadsınamaz tabi.
Yine de inanıyorum, kendimi bir daha hiçkimseye bu kadar ait hissetmeyeceğim.

14 Temmuz 2011 Perşembe

5 saat sonra kalkacak bir insna benzemiyrum şu anda. "rakı is the answer" mottosna katıldığımı söylemek istiyorum sadece. çok şwyler anlatasım var şu anda ama okuyanb irileri olur diye korkuyorum. korktum. http://fizy.com/#s/1906wh

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Waiting for a thousand years..

The coral-years

Herşeyimi basit bir dalgınlıkla kurban edişime rağmen blogumu tekrar görmek buruk bir sevinç uyandırdı içimde. Ah, o kadar yorgunum ki.. Hayatım yine kontrolümden çıktı, beni hiç düşünmediğim yerlere sürüklemekte. :) ben ise hala en basitinden İstanbul'da iş çıkışı Pi'ye gitmenin hayalini kuruyorum. Korkunç bilinmeyenle baş edecek gücüm olmadı zaten hiçbir zaman, çabalamak bile yaşama sevincimi aldı götürdü benden. Şimdi tek dileğim, orada iyi insanlarla birlikte olayım. Artık mutlu, yerimden memnun, arkadaşlarımla huzurlu olayım.

11 Haziran 2011 Cumartesi

it's the first day of the rest of your life

şarkı, hem melodisi hem de sözleri itibariyle içimde kıpırtılar uyandırıyor.
kader anı 3 gün sonra. bakalım hayatımın geri kalanını kader nasıl belirleyecek..

6 Haziran 2011 Pazartesi

19 Ekim'de yazdığım, yarım kalmış bir yazı

Bir an durup “bir dakika ya, peki ben ne için yaşıyorum” diye düşündüğünde günlerden salıydı. Salının hiçbir anlamı yoktu onun için; aslında hiçbir günün kayda değer bir anlam ifade etmediğini, sorduğu soruyla anlamış oldu. Kandi parasını kanuni yollarla kazanıyor, trende ayak uydurup yalnız yaşıyordu. Yaşam, 2 senedir o para kazanırken başından geçenler olmuştu. Sakarya’da yaşayan sıradan bir mühendisin yaşamı göz önünde bulundurulduğunda kayda değer pek bir şey yoktu. Zaten önceki senelerde de “ileride para kazanabilmek için sarfettiği çabalar”dan fazla bir şey değildi yaşam onun için. Yani yaşama tutunabilmek için onun tarafından tüketilmeyi göze almak gerekliydi. Ne için yaşıyordu? Kazandığı paralarla senede 1 kere, birçok arkadaşının birçok kez gittiği, hatta yaşamak üzere yerleştiği ülkelere 1 haftalığına gittiği tatiller için mi? Annesini mutlu etmek, ailesinin övünç kaynağı olmak için mi? Ardında onu hatırlatacak izler bırakmak için mi? Neyle tatmin ediyordu kendini?

30 Nisan 2011 Cumartesi

Sesame Street: Mad Men

Eksenle biraz olsun renklenen gri bir Ankara cumartesisi ve ben yatak keyfi yaptığımı sanıyorum yanaklarımdaki yerçekimine yenik düşen damlaları umursamadan. Eksen çok güzel çalıyor sabah sabah. Paylaşacak birini arıyorum, bulamıyorum. Bu durumdan da 3,5 senemi heba ettiğim ilişkimi sorumlu tutuyorum, hadi artık yeter diye aramak istiyorum, cesaret edemiyorum. Kendi başıma hayatımın rutinini bozmamaya çalışıyorum işte.
Dün doktor yaşımı 25 olarak yazmış, sekretere söylerken ben de bozmadım. Halbuki ne kasvetli geçmişti 25 yaşım.. Ne güzel bir sayı aslında. "Tam yaşı ya" ünlemini taşıyan her saçma eylemin ev sahibi. Korkuyorum bu asık suratım üzerime yapışıp kalacak diye. Gülemiyor ki suratım bir türlü.. Bütün cevaplar benim, hepsi bende aslında. Bu durumdan kurtulmaya cesaretim yok belki de. Beni son zamanlarda yaşama bağlayan tek şey ise bir üstteki (veya alttaki, tam bilemiyorum) video :)
ah eksen ne güzel çalıyorsun..

2 Nisan 2011 Cumartesi

Birbirimizden içreyiz, sen bunu ne kadar görmezden gelmek istesen de. Sen benim bir türlü gün ışığına çıkaramadığım masum, kendi halinde, evet biraz zayıf yanımsın. Ben ise senin ortaya çıkarmaya cesaret edemediğin yırtıcı, can yakıcı, otoriter yanınım. Bir aradayken içinde olduğumuz mükemmel uyumu arıyorsun bensizlikte. Bense annemden sonra en çok senin kollarında olmayı özlüyorum.

29 Mart 2011 Salı

şarkımız radiohead-jigsaw falling into place

keşke damarlarımın her bir deliğinde dolaşsa şu alkol, bambaşka yapsa beni. Bambaşkalaşım geçirerek farklı insan olsam her seferinde. Kurtulsam şu hantal ruhumdan.

20 Mart 2011 Pazar

Bahar Ankara'da bile güzel. Dünkü ılık güneşli tazecik havanın ardından bugün azıcık daha soğuk yağmurlu mis gibi toprak kokusu da eklenince insan nerede yaşadığını unutuyor.
Bugün işe gidemedim tabi ki. O yüzden bahçe kapım açık, içeride çalışıyorum. Aslında herşeyden çok uyumak istiyorum ama hayat senin istediklerini getirmediğinden genelde, makalenin atmasyon referanslarıyla uğraşmak zorundayım şimdi. Ardından yeni proje için ufak bir sunum hazırlamam lazım. Bu arada spora gitmeyi ve evi temizlemeyi ihmal etmemeliyim. Halbuki o kadar güzel ki yağmur, bir lir alıp elime, çıplak ayaklarla bahçede şarkı söyleyip dans edesim var.
Bu arada insan Cure-love song gibi bir şarkıda neden sevgilisini, peki eski sevgilisini, ya da ne bileyim en azından duygusal bir geçmişinin olduğu bir karşı cinsi değil de vakt-i zamanında en sevdiği arkadaşını düşünür? Portakallı votka sanarak içtikleri portakal likörünü mesela. Çok büyük olduklarını düşünerek aldıkları çok önemli (!) kararları, beraber çalıştıkları çok önemli sınavları filan.. Bu bir aşk şarkısı halbuki, bu kadar mı aşksızım?
Bilemedim. Bilemedim ne istediğimi. Bilmiyorum. Hiç bilmiyorum. Bu hissi daha kuvvetli nasıl aktarabilirim, tesirini nasıl arttırabilirim, onu da bilmiyorum. Tanrı'm nolur beni evime götür!

14 Mart 2011 Pazartesi

Ah zavallı ben ve kendim.. Ömrünü tamamlayana dek mutlu olamayacağını biliyor ve inatla aksinin ispatı için kendini paralıyor, her seferinde hayal kırıklığı yaşıyorsun.
Belki eski resimler filan.. Anısı olan şarkılar.. Eskiden bir iki tanıdıkla muhabbet.. Bu. Mu? Uçaklara bakıp içinde olmayı dilemek, yıldızlardan seni buradan götürmelerini istemek, şarkı falı, plaka falı, beyoğlunda ara sokaklarda gezip oralarda yaşanacak bir hayatın ne muhteşem olacağını düşünmek.. benim hayatımın? muhteşem? parasızlık, beş parasızlık.. ah hayat ne tuhafsın..
Lanet programında denk gelmeseydim Anathema-Flying'i kendi bilgisayarımdan şuurlu olarak asla seçip dinlemezdim. Umulmadık olduğundan mıdır, tesirinin fazlalığı tartışılmaz.
Bugün öğle arasında yine uzun uzun yürüdüm bir o kadar uzun ağlayarak. Kızdıkça kendime, daha isyankar yaşlar kustu gözlerim. Hatta İbo'nun vurulmasına ağladığım şeklinde kafa buldum kendimle, kafam bir türlü beni bulmadı. Benden ayrı bir uzuv kendisi bu ara. Dön bana kafam ve içindeki her bir hücre!! Bana dönün ki bu et yığını bünyeye birimiz hakim olalım en azından, bu birinin ben olmadığı kesin çünkü.
Büyük umutlarla "Saraydan kız kaçırma"ya gittim bugün. Pek hoş bir yorum değildi, hoş onlarca saraydan kız kaçırma izlediğimi söyleyemem, hatta ilk deneyimimi bugün yaşadım. Ama Mozart'ı tanıdığım kadarıyla (ooo işte şimdi iddialı bir cümle geliyor) olayı bu kadar ciddi ve durağan tasarlamamıştır. Esas hatun soprano da anlık iniş-çıkışlarda çok başarısızdı. Hele alto adama ne demeli? Kemanın altında bile kayboluyordu sesi. Daha farklı olmalıydı Mozart hatırına. Neyse, onun hatırına gittik izledik.
Yalnız kalma fikrine alıştırmalıyım kendimi biraz daha. Hatta bu sene tatile de tek başıma çıkmalıyım. Eskisi gibi güçlü ve yalnız..

13 Mart 2011 Pazar

Tematik müzik kuşağında bu akşam Sandra-In the heat of the night var.
Eski serseri günlerimi içtenlikle özlediğim bir anı yaşıyorum yine. Bir kadeh eşlik etseydi bana mutluluğum artar, yarın vaktinde uyanabilme olasılığım azalırdı. Şu durumda anılarıma, bedenimde meydana gelen histerik kıpırdanmalar eşlik edebiliyor sadece.
Sarhoş, içimden geldiği gibi, davetkar ama kendi halimde dans etmeyi özledim. "Keşke daha çok yapsaymışım"lar listesine yazılacak bir durum daha.. Sanırım aşık olmayı ve birinin bana aşık olmasını özledim. Gözlerindeki arzu ve hayranlık dolu bakışı görmeyi özledim. Nereye gittiği belli olmayan bu sıkıcı hayatın artık mutlu heyecanlar yaşamayı hak ettiği kanaatindeyim. Bu beden artık mutluluktan titremeli, heyecan içindeki mide alkol dışında gıda kabul etmemeli, monotonluktan çürümeye yüz tutmuş beyin cereyan eden heyecanlı ve mutlu olaylar karşısında yaratıcılığının sınırlarını zorlamalı. Bunların zamanının geldiğine inanıyorum artık. İşte bu durum içerisinde alev alev yanan beden, ne yapacağını şaşırmış ruhu beslemek için alkol oranı yüksek içecekler tüketerek bu şarkı eşliğinde içinden geldiği gibi, kendince, davetkar ama kendi halinde dans etmeli.

12 Mart 2011 Cumartesi

Bütün günü sırt üstü sahip olamadıklarıma ve hayatın adaletsizliğine hayıflanarak geçirmemeliyim sanırım..

Yalnız bir birey olarak Zeynep

Yaşasın bugün cumartesi diye sevinecek bir durumda değilim. Çünkü burada geçireceğim herhangi bir tatilden herhangi bir beklentim yok. Ah ne takıntılı ve sapıkça bir saplantı yaşanabilecek tek hayatın İstanbul'da olduğunu varsaymak.
Yalnız bir birey olan Zeynep olarak yaşamak zor. Çok zor.

11 Mart 2011 Cuma

Bir allegro dahi olsa, iki kadeh şarap ve bir kubrick filminin üzerine Mozart'dan daha güzel ne gidebilir ki..
Hatalarım.. Ah ki hepsi benim..
Hala yaşamak için tek bir hayatımız olduğuna inanmıyorum.

7 Mart 2011 Pazartesi

Bugün, en umutsuz olduğum zamanlardan biriydi. Bugün resmen gökteki kara bulutların altında ezildiğimi hissettim. Kimseyle bırak konuşmayı, göz göze bakacak halim bile yoktu. Öyle umutsuz ve çaresizdim ki Tanrı'nın eli dokundu omzuma ve ona döndüm, bana hayallerimi sakladığı kutuyu verdi. Henüz onu açamadım. Buna karşın elimde olması bile bana tarifsiz bir mutluluk veriyor, içim içime sığmıyor. Madem geçmişimi koparıp aldınız benden, en azından hayallerimi geri vermeniz büyük incelik. Gerçekleştiklerini görmek ise bir mucize olur ve o zaman derim ki "evet, mucizelere inanıyorum." Sabırlı bir heyecanla bekliyorum.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Ne de güzel çalıyorsun eksen bu soğuk bahar, ılık kış akşamında..
Öyle bir film izlemek istiyorum ki içime işlesin. Belki biraz duygusal ve dramatik olabilir. Eski olsun ve tutkulu. Artık bu hissin yalnızca iş hayatında kişisel hırslara indirgendiğini unuttursun bir an da olsa.

24 Şubat 2011 Perşembe

Bahar, Ankara'ya bugün geldi. Ilık bir yağmur var dışarıda. Hava temiz ve ciğerleri yakmayacak kadar nemli. "Belki güzel olabilir" gibi düşünceler bile düşüyor insanın aklına, öyle bir dinginlik hakim. Bahar her yerde bahar değil mi..

23 Şubat 2011 Çarşamba

Love will tear us apart.. Again!

Gecenin bu saatinde, şarabın tadına caz dinleyerek varmış, yatmak üzereyken, hatta yatıyorken, olabilecek en güzel şey belki de şu an "love will tear us apart" dinlemek kim söylüyor olursa olsun. En az 2 sene daha burada kalacağımı öğrendikten ve sevgili sevgilimden ayrı kalacağımı da düşününürsek, evet, bu gece için çok uygun oldu. Çok yaşa eksen.

13 Şubat 2011 Pazar

Geçmişi bana geri ver!
Hayat bizden her daim, her durum karşısında tepkisiz ve etkisiz olmamızı bekliyor. Buna ne hakkı var?!
Seni uğurlayıp eve geldiğimde çok acı yiyerek çok soğuk içtim. Hemen ardından çok tatlı yiyor ve çok sıcak içiyorum. Hiçbirşey, ağzımdaki pas tadının içime sinen hali, o hiçbir yerde olma hissini bastıramıyor. Hayatın adaletsizliğini düşünüp "Neden? Neden?" gibi cevapsız ve öyle olduğu için anlamsız sorularla sabote ediyorum kendimi. Ben değil miydim bir insanın herzaman için "en güzel zamanlarım" olarak nitelediği yıllarda İstanbul'da her gün hayatına son vermeyi düşünen? Tutsakmışçasına, sokaklarında hapisane avlusundaymış gibi volta attığım şuursuzca? Ben değil miydim "Kurtar beni bu şehirden Tanrı'm! Ne olur.." diye gece gündüz yakaran? "Herşeyi, burada karşılaştığım bütün çirkinlikleri burada bırakıp gitmek istiyorum" dileği bana ait değil miydi?
Burada, kaderin benden yapmamı istediği şeyi en kısa zamanda bulmayı ümid ediyorum. Ve buradaki misyonumu en kısa zamanda tamamlayıp içinde hayal kurabildiğim bir yaşama yelken açmayı sabırsızlıkla bekliyorum!

7 Şubat 2011 Pazartesi

İçimizdeki şeytan

Varlığına ve de yokluğuna katlanamıyorun. Zaman zaman seni yerden yere vurmak, bu vahşi eylemin sonunda yine sana sığınarak vicdanımı rahatlatmak istiyorum. Sensiz bir hayatı arzuluyor, ancak buna cesaret edemiyorum. Cesaretsizliğimin nedenini kimi zaman sevgiye yorsam da gerçeğin acizlik olduğundan şüphe duymuyorum. Seni, başka bir insan olarak, olmayacağını bile bile, olmadığını bile bile seviyorum. Belki de haklı olan sensin ve ilişkimizin mümkün olan en kısa zamanda bitmesi gerek. Ömer, bunu zor da olsa başarabilmişti. Peki içimdeki şeytana sık sık kulak veren ben bunu başarabilecek miyim? Kendimi daha iyi anlatabilmek için Sabahattin Ali'nin satırlarına sığınıyorum:

"isteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğimi fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilerin daimi bir mesulünü bulmuştum: buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... içimizdeki şeytan yok... içimizdeki aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç birşey: hakiklatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."

5 Şubat 2011 Cumartesi

Kendinden bahseden insanları sevmediğim gibi başkalarını yargılayan insanları da sevmem. Tahammül edemediğim şey bu tarz kişilerin, kendilerinkinden farklı düşünceleri kabullen(e)memenin büyük bir acizlik olduğunun farkına varamamaları. Ortada böyle bir düşünce var ve bir kısım insan buna inanıyor, tıpkı bir kısım insanın inanmadığı gibi. Bu tip insanların, dünya genelinde tek bir din ve tek bir rejimin savunucuları olduğunu düşünüyorum. Aslında bu tip insanların fikrini değiştirecek güce sahip olamadığım için hayıflanıyorum için için, evet, bu doğrusu.

4 Şubat 2011 Cuma

Rolling in the deep

2 aydan fazla süredir yazılması planlanan hisler, olaylar, filmler, müzikler, insanlar ve hepsine dair yorumlar beynin kıvrımlarında konuşlanmasına karşın tarihin tozlu raflarında yerini alamayacak. "İçilecek onca şarap ve konuşulacak daha fazla şey"den bahsetmişim son yazımda, konuşmaların sessiz monologlardan ibaret olacağını öngöremeyerek.
Şimdi, göz önünde bulundurulmasını isterim ki ne zamandır, amaçladığı herbir şeyi yapan ancak yine de "işte, işte şimdi mutluyum ve kendimle gurur duyuyorum" diyememiş biri olarak yazıyorum buraya. İsterdim ki Adele'nin bu güzel şarkısını, çok sevdiğim arkadaşlarımla buluşmak için Taksim'e giderken Eksen'de dinliyor olayım. Veya isterdim ki Fındıklı'daki sevimli evime girer girmez açtığım radyoda karşıma çıkan ilk şarkı olsun "Rolling in the deep" ki arkadaşlarıma vereceğim küçük parti için daha bir şevkli hazırlanayım. Hala içime sindiremediğim şey ise beni seneler önce hayattan elemiş olan, insanlığı defolu ve üstüne üstlük çürük insanların benim hayallerimi yaşıyor olmaları. Kendime göre bir hayat bulup onu hayallemeğe ise arsızca karşı çıkıyor kalbim ve beynim hep yaptıkları gibi.
Ne çok seviyorum mutsuz olmayı..
Video eklemeyi bilmediğim için yazının başlığı olan şarkının bağlantısını verebiliyorum: